Ah Anadolu.. Neler çektin.. Toprakların hep kan ile mi yoğrulacak.. Bu mu senin kaderin..
Depremin haberini aldığımda, önce hepimiz gibi büyüklüğünü, şiddetini anlayamadık, kavrayamadık..
Aklıma 1999 Gölcük depreminde, Yalova-Altınova’da kardeşim ve annem ile yaşadığımız korku dolu dakikalar geldi. Ancak ölmediğimizde bunun bir deprem olduğunu anlamıştık, öyle ya, kıyamet olsaydı, hepimiz ölecektik.
Yıkılan bina sayısı, depremin gece oluşu, kış şartları, depremin geniş bir alana yayılması ve etki etmesi, sonrasında yeniden yine yakın büyüklükte bir deprem olması, lojistikte ve koordinasyonda yaşanan problemler, yapılaşmanın önemli bölümünün alüvyon alanlarda olması, yapı yığınının yarısından fazlasının eski (>20 yıl) olması gibi etkenler toplandığında, acı bir tablo bizi karşılıyor.
Deprem bu ülkenin bir gerçeği, hep oldu ve olmaya da hep devam edecek. Peki biz ne yaptık, ne yapmalıydık, ne yapmalıyız..
Kısa başlıklar halinde deprem ve sonrasındaki izlenimleri ve düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım.
Depremin Büyüklüğü
Ben bu depremi Kahramanmaraş-Hatay depremi olarak ifade ediyorum. Deprem noktasal ve odak noktası olan bir depremden ziyade, oldukça geniş bir alanı etkileyen bir etkiye sahip. Haritada fikir vermesi açısından Türkiye topraklarındaki 70.000 km2lik bir alanı fay ve çevresinde taradım. Bu alan, İrlanda, Danimarka, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerin yüzölçümlerinden daha fazla.
Depremin olduğu saatten bu yana büyüklüğü M>5 üzerinde 44 deprem gerçekleşti. 24.02.2023 (Kaynak: Kandilli)
Özellikle Hatay bölgesinde deprem tasarım kriterlerinin de üzerinde ivmeler gerçekleşti. Siyah olan çizgiler her bir periyod için 2018 deprem yönetmeliğinde tasarlanan ivmeler iken, renkli olan kayıtlar ise, ortaya çıkan spektral deprem kayıtları. Bu da bize, deprem tasarım kriterlerinin de yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söylüyor. Deprem en çok Hatay’ı Antakya’yı etkiledi. 2000 yıllık tarih de bunu bize aslında söylemişti. Tam da bu nedenle depremin adı Kahramanmaraş-Hatay depremi. Üstüne güney yönlü kırılmanın devam etmesi de bunun bir başka göstergesi oldu..
Antakya’da iki ayrı noktadaki deprem kayıtlarında bölgenin deprem üssü olmasa da yıkım üssü olacağı rahatlıkla görülebiliyor.
Bu kayıt, Hatay Antakya’da buradaki ölçüm istasyonunda.
Aşağıdaki kayıt ise, yine Hatay Antakya’da buradaki ölçüm istasyonunda.
Kaynak : Strong Ground Motion and Building Damage Estimations Preliminary Report (v4)
Deprem Yönetmeliği
Bizim deprem tasarım ilkelerimiz, binada çatlak olmasın, duvarlar çatlamasın, camlar kırılmasın, salondaki bardaklar, yatak odasındaki dolaplar devrilmesin hesabına göre değil, olası tasarlanan ve gelmesi tahmin edilen en büyük deprem olduğunda içinden sağ salim çıkabilecek, merdivenlerinden yürüyerek inebilecek, yapı iskeleti bozulmamış bir yapıyı inşa etmek üzerine kurulmuştur. Enerjinin bir kısmının yapı tarafından emileceği öngörülmüştür. Bu yukarıda saydığım kriterlere göre bir yapı da inşa etmek mümkün mü, elbette evet, örneğin nükleer santraller gibi.. Ancak bunların hepsi aynı zamanda ülkenin ekonomik gelişmişliği ile de paralel seyreden süreçler..
2018 deprem yönetmeliğinde kontrollü hasar tanımı yapılmaktadır.
Bu depremden sonra, deprem yönetmeliğinin tasarım kriterlerinde bir nebze daha iyileştirme bekliyorum. Deprem kataloglarında özellikle düşey ivmeleri (Up-Down) çok yüksek olan bu deprem de yerini alacaktır. Türkiye’de ve Dünya’da olan büyük depremler ve bunların kayıtları dikkate alınarak ortaya çıkan deprem tasarım ivmelerine, muazzam ivme kayıtları ile yeni bir deprem daha eklendi.
Siyasetçiler bu deprem üzerinden asrın depremi mi yoksa değil mi tartışması yapadursun, bu deprem bilimsel veriler ışığında, hem ortaya çıkan enerji hem de etkileri açısından büyük bir deprem olarak dünya tarihine çoktan geçti. Bu bilgi, güvenli bir liman değil, sadece bilimsel bir gerçek. Hepsi o.
İzolatörler
Bugün pek tabi, tüm 5 kattan yüksek yapılara ve tüm kamu binalarına deprem izolatörü konulacak diye bir yönetmelik çıkarmak hayli kolay, ancak devamında bunun ülkenin ekonomik gücü ile de ilişkilendirilmesi gerekir. Şu notu da belirteyim; seramik, parke, mutfak, vitrifiye ve otomasyon sistemlerine yani konforumuza harcanan para ile bu izolatörlere harcanan paralar arasındaki rakamlar çok çok fazla değil. Bugün radye temel üzerindeki her bir kolon başına izolatör maliyeti 5.000 € / adet mertebesinde. Lakin, maalesef görüyorum ki, deprem sonrası fiyatların arttığı da ülkemizin arz-talep fırsatçılığının bir başka göstergesi.. (Temelde yer alan kolon sayısı x 5.000 € / Binadaki daire sayısı) olarak baktığınızda, bunun çok büyük bir maliyet olmadığını göreceksiniz. Binayı izolatör sistemine uygun hale getirmek için ilave yapılan kolonlar, perdeler ve kirişlerle birlikte bakıldığında toplam yapı maliyeti %10 kadar artıyor diyebiliriz. Üstelik mevcut binalarda yapı formu izolatör sistemine uygun hale getirilebilir ise, kolon kesme ve araya ekleme yöntemi ile bu binaları da izolatörlü binalar olarak yenilemek mümkün..
Önceliklerimiz, ihtiyaçlarımız, tercihlerimiz..
Kusurlu Binalar
Vay efendim deprem çok büyükmüş de sağlam binalar, yeni binalar bile yıkılmış.. Bunları belki toplumda bazı kesimler söyleyebilir, ama bir mühendis, karşısında öngörülebilir, tahmin edilebilir, hesaplanabilir gerçekler ve tarihsel veriler var ise, bu cümleleri kuramaz, kurmamalı. Yanında eğer aynı yapı sınıfında ve benzer özelliklerde yıkılmayan bir bina var ise, en azından demek ki yıkılmayabiliyormuş diyebilmeli. Basından ve sosyal medya yorumlarından duyduklarımdan ötürü bu açıklamayı yapma gereği hissettim.
Bizler, fayların üzerine şehirlerimizi kurmayı tercih ettiysek, doğanın kanunlarına da saygı duymak zorundayız. Kıtaların/plakaların birbirleri ile çarpışacağı coğrafyalara şehirler inşa ettiysek, başımıza neler gelebileceğini de öngörmeliyiz. Tarihsel verilerden ders çıkarmayı bilmeliyiz.
Biz güvenli yapıları inşa etmek zorundayız. Denetlemek zorundayız. Gerektiğinde ikaz ve şikayet etmek zorundayız. Gözlerimizi kapayarak bu kanayan yarayı kapatamayız. Sürekli kanatmaya devam ederiz. Binalarımızı tedavi etmek ve yenilerini doğru inşa etmek için mühendislere büyük görev düşüyor. Topluma karşı olan sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Barınma ihtiyacı, en temel ihtiyaçlarımızdan, bunu tesis etmeliyiz. Bir mühendisin toplumdaki sorumluluğunun, bir çok meslekten daha önemli olduğunu acı bir şekilde bu depremde yeniden öğrenmiş olduk. Mühendis olarak bizler toplumları bir çok yönüyle inşa ettiğimizi bilmeli, hissetmeliyiz.
Bu depremde bir çok başlık altında yapı hasarı oluştu.
Düşük beton kalitesi, tutunamayan nervürsüz donatılar, akma görmeden kopan gevrek ve kalitesiz donatılar, korozyona uğrayıp çürüyen donatılar, güçlü kiriş zayıf kolon çökmeleri, kolon kiriş mafsallaşmaları, sağlam binaların devrilmeleri, sıvılaşma kaynaklı batma, devrilme ve yıkılmalar, yumuşak zemin kat etkileri, kısa kolon etkileri, yapı sonrası kolon kesme uygulamaları, düzensiz bitişik nizam yapılar, devrilme kaynaklı komşu bina hasarları, alt yapı, köprü, yol, havalimanı hasarları.. Kısacası kötü uygulamalara dair ne varsa burada maalesef gördük.
Yıkılmayan binalar, yıkılmayan minareler, yıkılmayan merdivenler niye yıkılmadı, yıkılanlar niye yıkıldı..
Doğayla barışık, doğanın tehditlerine uyumlu ve saygılı yapılar, tarihi yaşanmışlıkları unutmayan yapılar, güvenli yapılardır. Binaların yaklaşık kaba yapı diye tabir ettiğimiz ana taşıyıcı iskeleti toplam maliyetin %30u kadardır.
Yapı maliyetinin %30’luk kısmı hayatımızı korurken, geri kalan kısmı ise bizim konforumuzu belirliyor.
Yer Seçimi, Titreşimler, Periyodlar, Rezonans
Depremler, kötü zeminlerde çoğu kez odak noktasından daha uzak yerlerde olmalarına rağmen, daha büyük bir etkiyle yapıları etkiliyor. Bunun bir örneğini 1999 depreminde İstanbul-Avcılar’da görmüştük. Kocaeli-Gölcük merkez üssü olan deprem, batıya doğru, Gebze, Tuzla, Pendik, Kartal, Kadıköy’ü geçmiş, Avrupa yakasında Avcılar’ı yıkmıştı. Bunun bir başka örneğini de bu depremde Hatay’da gördük. Odaktan yaklaşık 150 km daha uzakta olmasına rağmen , Hatay’da binlerce bina yıkıldı. Ovalar, suya doygun kumlu zeminler, dere yatakları, alüvyon zeminler, göl çökelleri ve heyelan alanlarına değil, ana kayaç ve stabil dağ yamaçlarına evlerimizi yapmalıyız. Eğer bu kötü zeminlerde bina yapacak isek, ciddi geoteknik çalışmalarla binamızı desteklemeliyiz.
Umarım bu saydığım tehlikeli ve ileri geoteknik mühendislik çalışması isteyen zeminler yerine, daha doğru zeminlere depremde yıkılan yapıları yeniden inşa ederiz.
Yapılarımızı projelendirirken doğanın sesine kulak vermeliyiz. Zemin titreşimlerini dikkate almalıyız. Kötü zeminlerde zemin titreşimleri büyük periyotludur. Böyle zeminlere düşük periyoda sahip yani alçak katlı yapılar yapmalıyız. Sağlam zeminler ise, küçük periyoda sahiptir. Bu zeminlere ise, yüksek periyodlu titreşimlere sahip yüksek katlı yapılar yapıldığında, zeminden gelen titreşimler ile yapının doğal titreşimleri örtüşmemiş olur.
Basitçe anlatacak olur isek, bir kasenin içine, önce kek, sonra yoğurt, sonra da su koyalım ve bu kaseyi aynı titreşimlerle sallayalım. Peki tabiki de su yani gevşek zemin, kase içinde çalkalanırken, kek yani sağlam zemin ise belki biraz çatlayacaktır. Belli bir süre sonra yoğurt yani kumlu çakıllı zemin ile su birbirine karışacak yani sıvılaşma ve yoğurt yukarı çıkacaktır. Zeminler de deprem kuvvetlerine işte tam olarak böyle yanıtlar verir.
Doğaya meydan okuyarak değil, doğaya saygı duyarak hareket etmeliyiz. Onun bizden büyük ve güçlü olduğunu daima hatırlamalıyız.
Bununla ilgili güzel bir çalışmayı da paylaşmak isterim. Burada da görüldüğü üzere, doğa (bilim & zemin) bize nasıl bir bina yapmamız gerektiğinin aslında ipuçlarını veriyor. Depremde bazı yüksek düşük katlı binalar yıkılırken yüksek katlı binaların yıkılmaması, yahut yüksek katlı tüm binalar yıkılırken düşük katlı binaların yıkılmaması gibi durumlar için bu doğal titreşim etkisini de göz önünde bulundurmak gerekli.
Peki iyi zemine yüksek katlı bina, yahut kötü zemine düşük katlı bina yapmak zorunda mıyız.. Elbette hayır. Ancak bu videodaki bilimsel gerçekleri bilerek binamızı tasarlamak zorundayız.
Yenilenen Binalar
1999 depremiyle birlikte Türkiye deprem gerçeğini iliklerine kadar hissetti. Sonra aradan yıllar geçti, unuttuk. Heyecanımızı ve motivasyonumuzu yitirdik. Bu deprem bunu bize bir kez daha hatırlattı. Belki de son kez daha.. İstanbul depremi, hatırlatmadan çok daha ötesi, unutamama da olabilir. Beklenen İstanbul depremine ve diğer potansiyel depremlere bu yapı stoğu ile girersek, bizi güzel şeyler beklemiyor.. Siyasetçiler, bürokratlar, yöneticiler, artık oy kaygısı taşımadan bu dönüşüm işinin önünü açmalı. Parti gözetmeksizin söylüyorum. İktidar her kim ise, bu konuyu gündemin sürekli maddesi yapmalı, muhalefet de kentsel dönüşümlerin önünde bir engel teşkil etmemeli. Binaları dönüştürürken rant hesabı değil, can hesabı yapılmalı, yarın deprem olacakmış gibi hızlı hareket edilmeli.
Yapılacak çok ama çok işimiz var. Hızlı olmalı, konsantre olmalıyız. Arama-kurtarma, enkaz ve çadır işine değil, öncesine, çok öncesine yoğunlaşmalıyız.
TÜİK verilerine göre ülkenin yarısı 3 oda 1 salon evlerde oturuyor. Yine %60 üzerinde bir oranla, insanlar oturdukları evlerin sahibi.
3 oda 1 salon mezarlarda değil, 2 oda 1 salon konutlarda yaşayalım. Eski ve güvensiz yapılarda oturan mal sahiplerimiz, lütfen sizler de artık, m2 hesabına değil, enkaz hesabına yoğunlaşın. Zaman geçiyor, süre daralıyor. Müteahhit buradan ne kadar para kazanır sorusunu değil, enkaz altında kalırsam ne olur sorusunu düşünün..
Yıkılan binaların %97’si 2000 yılı öncesi yapılar.. Tablo bu kadar açıkken, eski yapılarda ölümü beklemek, m2 pazarlığı yapmak hiç ama hiç mantıklı değil.
Bir küçük not.. Görünen o ki, 100 yıl sonraki torunlarımıza, kendi mimari eserlerimizi değil, yine Mimar Sinan’ın eserlerini miras olacak bırakacağız.
Yapı Denetim ve Şantiye Şefleri
2000 öncesi yapılar için olumsuz şeyler söylemek, o dönemki ülke koşulları, deprem bilinci, hazır beton, nervürlü demir, nitelikli personel vb. nedenlerle çok sahici durmuyor. Neresi doğru ki, burası eğri diyebiliyoruz ister istemez. Ancak 1999 depremiyle birlikte, yeni yönetmelikler ve ortaya çıkan deprem bilinciyle yapılıp bu depremlerde yıkılan binalar için durum hiç de böyle değil. 500 üzerinde 2000 yılı sonrası bina bu depremde yıkıldı. Görece az, ama hiç yıkılmamalıydı. Bu yapılar için mühendislik hizmetleri, zemin etütleri, yapı denetim süreçleri büyük soru işaretleri taşıyor. Kağıt üzerinde kusursuz işleyen bu süreçlerin şantiye sahasında olmadığını maalesef görmekteyiz. Olması gereken, 2000 yılı sonrası hiç bir yapının yıkılmaması, insanların can ve mal güvenliğini koruması idi.
Diplomasını kullandıran şantiye şefleri ve yapı denetim personelleri, bunların hiç suçu yok mu.. İşini düzgün yapmayan, ne yapalım parayı müteahhitten alıyoruz kaygısı taşıyan yapı denetim firmaları, sahada fiziki olarak var olan ancak hiç bir varlık göstermeyen şantiye şefleri, bunların hiç suçu yok mu..
Belediye, Ruhsat, İskan
İskanlı bir konut alacaksınız, bunun projelerini belediye incelemiş, kontrol etmiş, sonra yapı denetim firması bina yapılırken kontrol etmiş, sonra yine belediye bina bittiği zaman gelmiş yine kontrol etmiş olsun, böyle bir konutta deprem olacak diye korkar mısınız. Evet. Peki neden.. Çünkü burası Türkiye. Belediyeler yanlış alanları imara açarsa, projeleri doğru bir şekilde kontrol etmezse, yapı denetim firmaları yapıları düzgün kontrol etmezse, müteahhit ile kötü olma/olmama kaygısı taşırsa, bu konu tamamen müteahhit firmaların “tercihlerine” bırakılırsa ve bu tercihler de ihmaller doğurursa, sonuç yıkım olur. Konut alan, fabrika alan, ofis alan yatırımcılar ve ihtiyaç sahipleri, bu binaların güvenli olup olmadığını bilecek bilgi düzeyinde olmayabilir. Bunların güvenli olup olmadığını denetlemek, belgelendirmek, bunlar için gerekli testleri ve deneyleri yapmak, araba alırken bir oto ekspertizde yapılan bir işlem kadar kolay, çabuk ve ucuz değil.
Bir kişi, iskanı olan bir yapı aldığında, orada güvende olduğunu hissetmeli, burayı devlet kontrol etmiş ve kullanabilir izni vermiş diyebilmeli. Dünyada hiç bir kanun tüm ülkeler ve toplumlar için geçerli olmaz. Her toplum kendi kanunlarını kendi kültürel değerleri ve alışkanlıkları, toplum pratikleri üzerine inşa etmelidir. Biz maalesef kendi başımıza bırakılacak bir toplum değiliz. Bu gerçeği önce hepimizin kabul etmesi gerekiyor. Devleti yönetenler de tüm kanun ve yönetmelikleri, bu gerçek ışığında hazırlamalı, tabir yerinde olacaksa, bizlere kaçacak bir delik dahi bırakmamalıdır. Bu millet, yani biz, hepimiz, kanunun arkasından dolaşmayı maharet sayıyoruz. Nasıl yaptım ama ! diyoruz. Utanmıyor, aksine övünüyoruz. Geçmemesi gereken bir proje belediyeden geçtiğinde, oh be ! diye seviniyoruz.
Özetle, devlet bizi bize bırakmamalıdır. Bizi, bize karşı yine bizden korumalıdır. Milyonlarca yıllık dünya oluşumu, kıtaların hareketleri, bizim için duracak değil. Bu bilerek hareket etmeliyiz. Katil asla deprem değil.
Hepimizin ciddi bir ahlak problemi var. Önce bunu çözmeliyiz.
Tek suçlu müteahhit mi ?
Başı öne eğilerek adliyeye götürülen müteahhitler.. Elleri kelepçeli.. Suçluları bulduk..
Bu alt başlığı müteahhitleri korumak için değil, durumu gözler önüne sermek için açtım.
Bizim müteahhitlerimiz kelime manasını karşılamıyor. Ülkemizde müteahhitlik kavramı, bir iş yapmayı taahhüt eden, üstlenen manasında değil, inşaat yapan kişi ya da yatırımcı olarak kullanılıyor. Bizdeki müteahhit, özünde sadece sermaye sahibidir. İşin yapılması için gerekli sermayeyi ortaya koyandır. Gerçek müteahhit ise, işi tam manası ile tüm sorumlulukları ile yüklenen kişidir. İşin sözleşmesine uygun yapılmasını taahhüt eden kişidir. Bu kavram devlet taahhüt işlerinde büyük ölçüde karşılığını bulsa da, sokak arasında yapılan projeler için durum hiç de öyle değil.
Bu manası ile bakıldığında, bizim müteahhit diye isimlendirdiğimiz yatırımcılar, özellikle 2000 yılı sonrası yapılıp yıkılan binalar bağlamında bakıldığında, şantiye şefi, yapı denetim personeli, proje müellifleri ve belediye görevlilerinden daha az sorumludur. Belirttiğim isimler içinde, sorumluluk çizelgesinde suçlanması gereken son kişilerdir. Sermaye sahibi bir kişinin projeyi kontrol etmesi, zemin etüdünü değerlendirmesi, demiri betonu kontrol etmesi, yapılan işçiliği kontrol etmesi beklenemez, doğru da olmaz.. Yatırımcı bu işleri yapmak için gerekli yetkin kişileri işe alır ve sürecin sağlıklı ilerlemesi için gerekli ekip, ekipman, malzeme ve personeli tedarik eder. Muhtemel ki savunmaları da bu çerçevede olacaktır.
Kağıt üzerinde şantiye şefi gözükenler.. Kağıt üzerinde yapıyı denetleyen kontrol mühendisleri.. Sapasağlam olan ama devrilen binanın projesine onay veren belediye kontrol mühendisi.. Projeciler.. Zemin etüt firmaları.. Siz bu enkazın neresindesiniz..
Ülkemizde müteahhit olmak için inşaat mühendisi ya da mimar olmaya gerek yok. Teknik bir bilgi birikim, deneyim de gerekmiyor.. İş bitirme/deneyim belgesi olan, ekonomik, mali yeterliliği olan bir şirketi noterden hisse devri ile satın almanız yeterli. Bir kuyumcu, kasap veya bakkal da çok rahat müteahhit olabilir yani. Durum böyle..
Tüzel kişilik üzerinden hareket etmek acı sonuçlar doğuruyor.. Hukukçular, kanun koyucular, bu konuyu bir daha irdelesin. Bir ülkede on binlerce müteahhit olmaz. Olamaz. Satılık iş deneyim belgeleri olamaz. Sahibinden satılık inşaat şirketi olamaz.
İşi yapan/yaptıran şantiye şefi, onu denetleyen yapı denetim, projesini onaylayan ise belediye. Demiri az koy diyen müteahhide sessiz kalan şantiye şefi.. Projedeki hatalara “göz yuman” yapı denetim.. “Çözüm odaklı” çalışan belediye.. Sonuç, suçlu müteahhit. O iş öyle değil. Şapkayı önümüze koyalım. Hepimiz suçluyuz.
Risk Yönetimi, Kriz Yönetimi
Biz toplum olarak her şeye son dakika yetişen, bir şeyi bozulmadan onaran değil, bozulduğunda yapan bir toplumuz. Bunu büyüklerimizden böyle öğrendik. Gittiği yere kadar gitsin diyen, bakım değil tamirat yapan bir toplumuz. Planlı çalışmıyor, zamanı doğru dilimlere bölmüyor, yapılacak işler listemizi hazırlamıyoruz. Önce bu tespiti bir yapalım. Bu gerçek, hayatın tüm alanlarına da yansıyor.
Hatırlayalım, Türkiye’nin tamamında bir kaç gün süren bir enerji kesintisi olmuştu, o gün sanayiciler fabrikaları kapalı kalıp zarar ettiğinde, jeneratörün önemini anladı. Tüm jeneratör stokları 1 günde tükendi. Ya da yakın tarihimizden, ülkede %100 üzerinde enflasyon varken ve devlet harçlarının da yeni yılda çok çok artacağı bilinirken, biz hepimiz örneğin pasaportlarımızın süresini de son bir kaç ay kala uzatmak için uzun kuyruklara girdik. Şimdi de 100.000 üzerinde bağımsız bölümün yıkıldığı ya da deprem sonrası çalışmalarda yıkılacağı bir afetten sonra, eyvah İstanbul depremi geliyor diyoruz. Oysa ki bunu demek için 1999 depremi bize çok şey söylemişti.
Bu deprem belki de İstanbul depremi için bize son ciddi uyarı. Son çağrı.
Riski yönetmek, krizi yönetmekten daha ucuz, daha planlı, daha kontrollüdür. Riski yönetmenin ortaya çıkardığı birim maliyet ile kriz anında ortaya çıkan birim maliyet de çok farklıdır. Riski yönetirken bir bütçe yapabilirsiniz, ama krizi yönetirken bu mümkün değil. Riski yönetmek için vaktiniz olduğu gibi, sağlıklı düşünecek ortamınız da vardır. Kriz anında ise, yönetim ve organizasyon ise çok daha zordur. Bunun için sadece deprem konusunda değil, hayatımızın her alanında, oluşabilecek krizler yerine onların sebebi olan riskleri yönetmeliyiz. Deprem ile mücadele, arama kurtarma ile değil, güvenli yapılar, güvenli şehirler inşa etmek ile başlar. 4 milyon m2’lik alandaki bu yapılaşma İstanbul Bağcılar’dan..
Şimdi yıkılacak 100.000 den fazla konuttan bahsediliyor. 100.000 konut x 100 m2 x 12.500 TL/m2 = 125 milyar TL Bu sadece üst yapı maliyeti.. Hükümetin deprem sonrası için ayırdığı ve ayıracağı bütçe ise, bundan çok çok daha fazlası.. Yitirilen canlar, göz yaşları, battaniye ile gömülen bedenler, iş makinalarının kazdığı ve kapattığı mezarlar ve nice daha başka konular da cabası. Kaybettik. Hem de çok.
Enkazdan nasıl çıkarız sorusuna konsantre olmak gerçekten çözüm değil. Devlet; çadır, konteynır, sahra hastanesine değil, dönüşüme odaklanmalı..
Lütfen hepimiz, krizleri değil, riskleri yönetelim. Hayatımızın her alanında.
AFAD ve STK’lar
Bu deprem de yine bir çok deprem gibi ben geliyorum diyen depremlerden. Ancak bu seferki depremin büyüklüğü öngörülenin çok üzerindeydi. Türkiye’de AFAD oluşumu, kurulduğu günden, deprem olduğu güne kadar olan diğer depremlerde iyi bir sınav verdi. Devlet ve millet AFAD’a güveniyor, tüm hazırlıkların tamam olduğunu düşünüyordu. Evet deprem öncesi riskler noktasında çok iyi bir noktaya gelemedik ama, hiç değilse, deprem sonrasında kendimize güveniyorduk.
1999 Gölcük depremi, farkındalık açısından ve ortaya çıkan sonuçlar açısından tüm Türkiye’de bir deprem bilinci oluşturdu. Deprem gerçeğini Türkiye’de yaşayan herkesin hafızasına kazıdı. Gölcük depremi bizden çok şey aldı. Lakin bize çok şey de kazandırdı. O dönemde koca ülkede arama kurtarma faaliyetleri sadece AKUT isimli STK’ya kalmıştı. Devlette bu bilinç asker dışında başka bir kurumda olmadığı gibi, toplumda da yoktu.
Sivil toplum kuruluşları pandemi sonrasında daha da örgütlendi. Ara ara olan irili ufaklı depremler ve diğer afetler ülkemizde bu çerçevede görev yapan yardım kuruluşlarını sürekli diri tutuyor. STK konusuna değinmişken, hiçbir üyelik ya da bağlantımın olmadığı, ancak sahada çok önemli işler yapan, çok can kurtaran, mühendis deyimiyle fayda/fiyat performansı en üst düzeyde olan, İHH İnsanı Yardım Vakfı‘nın bu yazıda isminin geçmesi gerektiğine inanıyorum. Onlar hep sahadaydılar. İsimsiz, reklamsız, PR’sız kahramanlar.. Bir gören var, biliyorsunuz..
Lojistik Merkezleri
Yardım. Türkiye için anlamı büyük bir olan bir ifade. Çok şükür yine şaşırmadık. Odun yollayan köylüler. Mektup yazan küçük kızlar. Kumbara boşaltan çocuklar. Başı dumanlı gönüllüler. Jant üstünde yol bitiren şoförler. Çok çok daha fazlası..
Daha organize olabilirdik. Daha çok kişiye, daha kısa zamanda, daha doğru ürünlerle ulaşabilirdik. Depremden hemen sonra yüzlerce tır yollara çıktı, her tırda farklı farklı ürünler.. Türkiye’nin her yerinden.. 1 Tır dolusu bebek bezi, 1 Tır dolusu su, 1 Tır dolusu bakliyat, 1 tır dolusu jeneratör.. Oldu mu peki, olmadı. Afet bölgeleri kendi kendine yetemiyor, enerjisi yok, moraller düşük, iletişimi yok, barınma problemleri, çalışanlar afetzede.. Böyle bir yerde lojistik faaliyeti yapmak zor, çok zor. Peki ne olmalıydı..
Bir deprem noktasına 1 tır çocuk bezi geldiğini düşünün, ya da 1 tır 5’er litrelik bitkisel yağ. Bunu kimlere nasıl paylaştıracağız. Yapılması gereken, ülkenin ulaşım ağlarına yakın, afetlerden uzak ama potansiyel afet yerlerine yakın noktalarına lojistik merkezler kurmak. Afet gibi durumlarda yardımları buralara toplayıp, buralarda tasnifleyip, ihtiyaçlara göre tırları, kamyonlara tekrardan doldurup, ilgili mahalleye nokta atışı teslim yapmak. O tırın içinde gıda, su, jeneratör, yakıt, odun, çadır, battaniye, kısacası olması gereken ne varsa hepsini aynı anda yollamak. Mahalle bazında yollamak. Gönderici belli, alıcı belli olan bir teslimat. Yani her gün internetten alışveriş yaptığımız gibi.. Biriken, bozulan, çöpe atılan yardımlar böylece olmayacak. 1 tır suyu olup da, 10 kilo patates bulamayan olmayacak.
Kardeş Şehirler
Kardeş belediyeler projemiz var bizim, çok da beğendiğim. Afetlerle ilgili de kardeş şehirlerimiz olmalı. Ülkenin zıt yerlerinde, birbirilerine eş ölçekte, birbirlerine yetebilecek düzeyde.. Bir afet olduğunda hızlıca reaksiyon göstermeli.
Ulusal Afet Planları
Ülkenin bir çok noktasına ve Marmara Denizi’ne yer hareketlerini ölçebileceğimiz cihazlar yerleştirdik, daha sık kayıtlar aldık, yeni faylar, yeni bilgiler elde ettik. Mevcut faylar hakkında daha çok bilgiye sahip olduk ve bu bilgiler ışığında da deprem yönetmeliklerimizi revize ettik. Afet planları hazırlandı, hem il, hem bölge, hem de ülke bazında. Bir afet durumunda, yapılması gerekenlerin ne olduğu bilimsel veriler ışığında çalışıldı, incelendi ve ülke gerçekleri ile harmanlanarak raporlandı. Deprem olduğunda ne olacağı ne yapılacağı kimin hangi görevde olacağı kısaca kağıt üstünde belliydi. Ama olmadı. Herkes talimat bekledi, oysa yapılacak belliydi. Yoksa değil miydi ? Türkiye Afet Müdahale Planı
Kentsel Dönüşüm ve Yenileme
Bir çok kamu binasını yeniledik, yeni yapılanların deprem performansları en üst düzeyde olacak şekilde tasarladık. Hatta kamu tarafındaki bina yenileme performansının özel sektöre göre çok daha iyi olduğunu da söylemem gerek.
Kentsel dönüşüm adıyla binalarımızı yenilemek istedik. Müteahhit ile mal sahibi arasında, benim dairem kaç m2 olacak kavgası eşliğinde eski evleri yıkıp, yenilerinden yaptık. Müteahhidin para kazanabileceği yerler yenilendi, arka sokaklar ise ölüme terkedildi. Kentsel dönüşüm dediğimiz şey, rantsal dönüşüm oldu. Devlet müteahhit ile mal sahibini hem baş başa, hem de karşı karşıya bırakmamalı.
Örneğin İstanbul Kadıköy Fikirtepe Bölgesi, 90 hektar (900.000 m2) ‘lık bir alan. Burada her ne olduysa, bir dahakine olmaması lazım.
TOKİ ve Emlak Konut gibi devlet kurumları, 500.000 ‘den fazla güvenli konut inşa etti ve yaşanan bu depremde de bölgedeki TOKİ konutları başarılı bir sınav verdi. TOKİ ile güvenli evler yapmaya devam.. (Şehrin dokusunu katletmeden lütfen)
Konu deprem olunca, konuştuğumuz şey evimiz sağlam mı sorusu oluyor.. Hayatımızın ne kadarını evimizde geçiriyoruz.. Bütüncül bir yaklaşımla hareket etmek zorundayız. Eviniz sağlam, peki iş yeriniz, peki misafirliğe gittiğiniz ev, alışveriş yaptığınız mağaza, yemek yediğiniz restoran, sinema izlediğiniz salon.. Yani “kentsel” dönüşüm..
Pandemi ile birlikte şehir hastaneleri kendini “akladı”. Şimdi de “betona parayı gömdünüz” söylemi. Ülkemizin betona gömecek daha çok parası olmalı. Yenilenmesi gereken, risk altında milyonlarca konut var. Yoksa ölerek mi yenilenmeyi seçelim. Deprem canlılar için doğal bir seleksiyon olmamalı.
Enkaz Gerçeği
Ülke olarak bizler, depremden önce ne yapılması gerektiğinden daha çok, deprem anında ne yapılması gerektiği ile ilgileniyor. Merdivende mi saklanmalıyız, cama yakın mı durmalıyız, yatak odası iyi mi, yanımızda su olmalı mı.. Bu sorular ülkemizin gerçeği..
Çünkü insanlar evlerinin depremde yıkılacağını düşünüyor. Evini değiştiremiyor, yenileyemiyor. Bir anlamda, özellikle İstanbul’da on binlerce insan, kendi mezarlarında yaşıyor. Bu gerçek apaçık ortadayken, elbette bu sorular soruluyor ve insanlar binamı nasıl sağlamlaştırırım sorusundan öte, binam yıkıldığı zaman hayatta nasıl kalırım sorusuna cevap arıyor. Maddi imkanları buna el veriyor. Mal canın yongası sözü, bize özgüdür.
Bizi Japonya ile karşılaştıranlar, ülkenin gerçek durumunu da ortaya koymak durumunda..
Bundan 30-40 yıl önce yapılan yapıların önemli bir bölümü potansiyel mezar.. 2000 yılı ve sonrası hazır beton ve nervürlü demir ile güncel yönetmelikle yıkılan binalarda ise, büyük bir denetimsizlik var, burada sorun ucuz ev değil, çünkü yıkılan evler ucuz alınan evler de değil, yani özellikle 2000 yılı sonrası çöken binalarda, sorun paradan daha ziyade, denetim ve iş ahlakı.
Mevcut çürük yapıların yenilenmesi, yılda 400.000 adet konut dönüşümü ile bile 15 yıl kadar süre alacak ve bu süre zarfında çok muhtemel yeni bir depremle de karşılaşacağız. Onun için depremin gerçekliği kadar, enkaz gerçeğini de bilerek yazıyorum. Yıllık 400.000 konut x 100 m2 x 12.500 TL / m2 = 500 Milyar TL yapıyor.. Türkiye’nin 2022 Gayri Safi Yurt İçi Hasılası 15 Trilyon TL gibi olacak. Yani toplam GSYİH’nın %3’ü gibi.. Bu da bir dip not olarak burada kalsın..
Enkaz Turizmi
İsim babası kim bilmiyorum. Ama o kadar doğru bir tanımlama ki.. Özellikle ilk 72 saat için gerekli olan şeyler; Barınma, su, arama, kurtarma, sağlık personeli..
Gıda bile değil. Siz hiç değilsiniz.
Tarih ve Deprem
Tarih bize depremler hakkında bir çok bilgi verir. Tarihi yapılar da öyle. Bir bölgede ağır yapısal onarım görmemiş 500 yıl ve üzeri bir yapı var ise, o bölgedeki binalar için, o yapı referans eşik değer olarak kabul edilebilir. Bulunduğunuz coğrafyada 500 yıl ve üzeri ağır yapısal onarım görmemiş bir yapı var ise, çok muhtemel ki, büyük bir deprem riski ile karşı karşıya değilsiniz.. Tabi ki, kentiniz en az o yapı kadar sağlamsa !
Bölgede son 1.000 yıl içinde olan depremler.. Kaynak: Kandilli
İletişim & Enerji
“Şu an sizle telefonun çektiği yerden canlı bağlantı yapıyorum” 2023 Türkiye’sine yakışmıyor. 20-30-40 yıllık iletişim firmaları ya bu işleri kendileri severek yapacak, ya da devlet bazı şeyleri zoraki yaptıracak, yoksa lisansınızı iptal ederim diyecek. Bu ülkede afet anında 1.000 adet mobil şebekeye mi ihtiyaç var, bunları hazır etmezseniz, benzini dolu şekilde otoparklarda hali hazırda bekletmezseniz, lisansınızı iptal ederim demekten korkmayın. Demokrasi, özgürlük, serbest piyasa, küresel rekabet masallarına değil, gerçeklere odaklanalım. Devlet, düzeni koyacak ve koruyacak. Çürük çatılara baz istasyonu kurmak, Türkiye’nin %99.9’nun ihtiyaçlarını karşılamıyor. Türkiye’ye yakışan, bu işi uydularla çözmektir.
Yerinde üret, yerinde tüket.. Enerji konusu afetlerin ve özelde depremlerin en önemli konu başlıklarından.. Güneşe ve rüzgara daha çok yatırım..
Devlet Kibri
İtibardan tasarruf olmaz diyebildiğimiz gibi, Devletin kibri olmaz da diyebilmeliyiz. Belki onlarca insan, bu sebeple öldü. Bu söz bu kadar.